Usta gazeteci Uğur Dündar, Kurban Bayramı’nın üçüncü günü, askerdeyken mevtten nasıl döndüğünü anlattığı bir yazı kaleme aldı.
Askerliğini yaptığı periyotta genç yaşına karşın bölükteki en kıdemli isimlerden biri olan Dündar, vatani vazifesi müddetince nasıl mevtle burun buruna geldiğini anlattı.
Dündar, yazısında şu kelamlara yer verdi:
“Şimdi geliyorum o acı bayram anısına;
Komut vermekten bademciklerim iltihaplanmış, üstüne bir de kronik farenjit eklenmişti. Daima antibiyotik almama karşın rahatsızlığım geçmiyor, çektiğim acıların yanı sıra, vakit zaman da ateşim yükseliyordu.
Hafta sonu iznimde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde misyon yapan bir operatör ağabeyime göründüm ve ameliyatın kaçınılmaz olduğunu öğrendim.
Ancak orada bu operasyonun yapılması için Piyade Okulu’ndan sevk almam gerekiyordu. Bu emelle Alay Kumandanı’na çıkıp sevk için gereğinin yapılmasını arz ettim. Kumandan dilekçemi okuduktan sonra alaycı bir tabirle; “Ne o teğmen, terhisine bir ay kala rapor alıp istirahat mı etmek istiyorsun?” dedi.
Bu suçlama çok ağrıma gitmişti. “Dilekçemi geri alıyorum. Ben vatani misyondan kaçacak biri değilim. Üstelik bademciklerim bu misyonumu en uygun halde yaparken verdiğim komutlar nedeniyle iltihaplandı. Ameliyatımı askeri hastanede yaptıracağım” dedim.
Sevkim Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne yapıldı (O tarihlerde şimdi GATA kurulmamıştı) Ve nihayet bir bayram tatili sırasında ameliyat günüm gelip çattı.
Uzman tabip yüzbaşı, akşamdan kalmaydı. Nefesi buram buram alkol kokuyor, üstelik elleri de titriyordu. Anesteziden sonra makası alıp bademciklerimi kesmeye başladı. Fakat o da ne? Çekiyor çekiyor, bademcikler bir türlü çıkmıyordu. Ter içinde kalmıştı. Bir yandan da aletlere küfür ediyordu.
Neyse ki güç bela operasyonu tamamladı. Odama çıktığımda (ikisinin de yerleri cennet olsun) merhum annemle babamı beni beklerken buldum. “Hoş geldiniz” demek için ağzımı açtığımda bir kan boşaldı, anlatamam. Oluk oluk kan akıyor…
Tabii çabucak ameliyathaneye indirdiler. Bizim yarı sarhoş doktor telaşlandı. Tampon üstüne tampon koyuyor ancak fışkıran kana mani olamıyordu.
Artık başım dönmeye başlamıştı ki birden bağırdı. “Tüh be! Lisan kökünü kesmişiz!” Dikiş atıp kanı durdurdu. Ancak ben günlerce yemek yiyemedim.
İçimden kapkara kuş sürüleri geçiyor ve ben onların kanat seslerini duyuyordum. Titremekten vücudum yoruluyordu. Çatlak dudaklarımı elimin karşıtıyla siliyor, durmadan “iyi olacağım, uygun olacağım,” diye kendime moral vermeye çalışıyordum. Bir deri bir kemik kalmıştım.
Bir gün meskende çok sıkıldığım için dolaşmaya çıktım. O tarihlerde Galatasaray Lisesi’nin İstiklal Caddesi’ne bakan cephesinde bir otomatik tartı vardı. Parayı attığınızda size kilonuzu gösteriyordu. Tartıya çıktım, parayı attım, bir de ne göreyim; 67,5 kiloya düşmemiş miyim? (Yıllardır 96 kiloyum.)
Taksim’e çıktığımda rüzgarın beni uçuracağı kaygısıyla çabucak bir taksiye atlayıp meskenime döndüm. Bir ay müddetle meskene kapanıp daima kan yapan besinler aldım.
Ölümle burun buruna kalmış fakat ardımdan “vatani vazifesinden kaçtı!” dedirtmemiştim.”